Ana sayfa GÜNDEM Ahmet Cemal Erez’le Röportaj

Ahmet Cemal Erez’le Röportaj

0

“Kafadaki özgürlük bir bakıma eli de yönetir.”

Berk Solmaz, VCD

Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Animasyon ve Çizim eğitimi veren sanatçı Ahmet Cemal Erez ile kendi hayatı ve animasyon sektörü üzerine bir söyleşi yaptık.

Sanata olan yöneliminizi ilk olarak ne zaman fark ettiniz, kısaca anlatabilir misiniz?

Fark ettiğimi pek düşünmüyorum çünkü çocukluğum Bakırköy’de geçti. 1950’lerin Bakırköy’ü entelektüel bir ortamdı. Osmanlı’dan kalan bozulmamış bir sayfiye bölgesiydi ve bütün sanatçılar, yazarlar, çizerler hatta sinema oyuncuları, yönetmenler oradaydı. Rutkay Aziz’in amcasının bir prodüksiyon şirketi vardı ve oraya dublaj yapmaya gelirlerdi. Dolayısıyla entelektüel bir ortamda bulununca ister istemez çevremdekiler beni yönlendirdiler. Şimdi heykeltıraş olan bir arkadaşım, Rasim Konyar’ın evini hatırlıyorum. O zamanlar ben onlu yaşlarımdaydım, ablam da güzel sanatlar fakültesinde mimarlık okuyacaktı, dolayısıyla çizim yapması gerekiyordu. Onların evinde Rasim’in babası Vincent Van Gogh’un bir kitabını gösterdi. Önceden amcamın kitapları arasında Paul Cézanne ve Rodin gibi isimlerin eserlerine göz gezdirmiş olsam da Van Gogh’un farklı ifade gücü ilgimi çekti. Hemen o hafta babamın verdiği harçlıkla trene atladım, Sirkeci’ye geldim, Tünel’e gittim. Tünel’de yabancı kitaplar satan kitabevleri vardı: Hachette Kitabevi gibi. Orada çeşitli resim kitapları vardı. Van Gogh’unkini bulup aldım, ama diğer kitaplara da bakınca, Velázquez gibi, aslında resmin çok zengin bir sanat olduğunun farkına vardım. Ondan sonra kararımı verdim: babamın harçlıklarını biriktiriyor iki haftada bir Hachette Kitabevi’ne gelip çeşitli kitaplar alıyordum. O kitaplar hala bende duruyorlar. Kısacası o aralar bende bu merak başladı ve kitaplardan eserleri kopyalayarak çizim yapmaya başladım. O aralar bir arkadaşım bana Anton Çehov’un bir kitabını verdi ve okuduğumda edebiyatın apayrı bir dünyası olduğunu keşfettim ve edebiyatla ilgilenmeye başladım. Müzik falan derken ortam beni iyice bu işlerin içine soktu. Hikayem bu. Yaş aldıkça da bazı arkadaşlar, mesela Rutkay Aziz önceden halk evlerinde tiyatro oynardı ama bugün kendisi profesyonel bir tiyatro oyuncusu. Dolayısıyla ortam böyle olduğu için yönelimi fark etmek olarak değerlendirmiyorum; direkt olarak sanatın içine girmiş ve içinde bulunmuş oldum. Bu bir tutku haline geldi. Lakin gelmeyebilirdi de; o zaman başka bir şekilde bir yere yönelecektim. Fakat bu ortam bende bir tutku haline dönüştü ve iyi ki de böyle oldu. Çevremde kimse olmasa dahi hayatımda sanat tutkusu ve isteği olduğu sürece canım sıkılmadan yaşamımı devam ettirebiliyorum.

Animasyon sektöründe geçmişten günümüze yaşanan en büyük değişiklik sizce nedir?

Animasyon sektörü veya tek başına bir sektör denildiğinde akla gelen şey bir üretim ve bu üretimin sunulması, ardından da bu üretimden kazanç sağlanılmasıdır. Dünyada en başta Walt Disney’in çıktığı zamanlarda da böyleydi. Prodüksiyon şirketlerİ çok büyük çapta oldukları için üretim ve halka ulaştırma rahatlıkla sağlanıyordu. Sanatçılar da çok güçlüydü tabi. Örneğin Walt Disney çok iyi desen çizerdi. Nelerden etkilenmesi gerektiğini bilir ve halkın nabzını tutabilirdi. Mesala filmlerinde Şarlo’nun komedi anlayışını kesinlike bulabiliriz. Diğer animasyon sanatçıları da hep apayrı dünyalar yarattılar. Mesela Popoye; yani Temel Reis’in yaratıcısını örnek verebiliriz. Tabi bunlar ticari olanlar. Bunun dışında McLauren gibi sanatsallığı ön planda olan isimler vardı. Onların amacı çok büyük kesimlere hitap etmek değildi. Onlar daha çok yetişkinlere yönelik kısa filmler yapıyorlardı ve daha deneysellerdi. Kanada’daki vakfın desteğiyle ilerliyorlardı. Böyle bir oluşum içinde bugünlere kadar gelindi. 1970’lerde Fransızların, Kanadalıların, Avusturyalıların ve özellikle Japonların işin içine girmesiyle dizilerin üretimine başlandı. Tiplemeler zenginleşti. Öncelikle çizim yapılıyor, sonra boyanıyor, en sonundaysa film altında negatife çevriliyordu. Bu çok zor bir prosedürdü çünkü her karenin teker teker çekilmesi gerekiyordu. Bilgisayarla beraber gelen post prodüksiyon dediğimiz teknoloji bu işleri çok kolaylaştırdı. Kısaca bir desen 12 kareyle çizildiyse, bu bilgisayara yüklendikten sonra istenilen kadar çoğaltılıyordu. Eskiden yapma şeklimiz şöyleydi: Kameranın altında cam bir mekanizma var, onu asetata yatırıyorduk. Tozlandıktan sonra temizleme, montaj işlemleri derken aslında bu çok zor ve çok masraflı bir işti. Bilgisayar bütün bunları post prodüksiyon adı altına aldı. Masraflar çok azaldı ve üretim oldukça kolaylaştı. Yaratıcı açısından güncel konulara yönelim dışında bir değişiklik olduğunu düşünmüyorum. Örneğin South Park artık çok basit bir şekilde üretiliyor.

Peki sizce bu değişim yapılan işte kolaya kaçmanın getirdiği bir kalitesizliğe sebep oldu mu?

Sanmıyorum, teknolojik imkanlardan kaynaklanan biçimsel bir farklılıktır o olsa olsa. Yoksa kaliteyi düşürdüğünü düşünmüyorum. Ama mesela konuşmalarda kullandığımız hareketlerde ağız hareketlerinin bazılarını kullanıyoruz, belirlediklerimizi; ama hepsini çizebiliriz de. Böyle de yürüyor. Türkiye’ye gelince, bir sektörden bahsetmek mümkün değil. Onlar başlamıştı ilk bu işe. Bizde hep yarım kaldı bu işler. Çünkü sektör olmadığı için seyirciye yönelik işlerin yapılması, onlardan kazanç sağlanması, ürüne dönüşmesi gibi bir durum yok. Ancak birkaç zengin destekliyor. Mesela Ziraat Bankası, filmlerden önce gösterilmek üzere üçer beşer dakikalık filmler yaptırıyordu, zorunlu kılmıştı. Fakat sektörel bir imkan olmadığı için ya hep reklamda ya da devlet destekli ufak tefek filmler halinde kaldı. Günümüzde de hala destekli filmler, diziler var.

Mesela Türkiye’deki acıklı durumlardan biri şu oldu: Dışarıda hazırlanan filmler, Hong Kong, Tayland gibi değişik ülkelere gönderiliyor; orada tasarlanan filmler çiziliyor, renklendiriliyor seslendiriliyor; bir şeye gönderilip uygunluğu kontrol ediliyor, hata varsa düzeltiliyor. Türkiye’de ise bir firma bunu yapmaya çalıştı; ama standartlara uygun değildi. Gönderiyor, geri geliyor. Sanırım anlaşma bozulunca da biraz tazminat ödediler. Böyle başarısızlıkla bitti. Ankara’da bir takım prodüksiyonlar vardı: Arap ülkeleriyle bir iş içine girdiler vs. Dış piyasayla, televizyonlarla ciddi bir ilişkinin kurulması gerekiyor; yoksa o pazar içinde yer etmek mümkün değil. Bir de dünya standartlarında iş yapmak önemli. Bugün Türkiye’deki çocuklar bile Nasrettin Hoca’yı izlemiyor; bunun bir tasarım noksanlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Okullara gelince, Eskişehir’de Güzel Sanatlar Fakültesi’nde bir bölüm var. Hocalarından biri benim öğrencimdir hatta. Ben şunu önermiştim orada hocalık yaparken: Bir tasarım yapacak olan kitleyi yetiştirelim bir de çizecek olan kitleyi; çünkü bazı çocukların kafası zehirdi, bir kısmı da çok iyi çiziyordu. O yüzden iyi çizenle iyi tasarlayanı ayrı ayrı yetiştirelim dedim. Böylece daha iyi değerlendirilmiş olunacaktı. Türkiye’deki çizgi film pazarıyla dünyadaki çizgi film pazarı arasında bir ilişki kurmak şart. Tabi ki iyi ürünler vererek standartlara uyarak.

Uzun süredir eğitim sisteminin içindesiniz. Geçmişi ve şimdiyi kıyasladığınızda gördüğünüz değişiklikler neler?

Bence bir değişiklik yok. Bu da Türkiye’nin genel olarak öğrenim sisteminin yanlışlığından geliyor. Çünkü bir ezberci öğrenim sistemi var. Bu çocukların sağlıklı bir şekilde araştırma ve doğru seçim yapmasını engelliyor. Dolayısıyla böyle bir aksama var. Sadece sanatla ilgili değil tüm meslek eğitimlerinde böyle olmalı. En doğru çalışan tıp fakülteleri; o da mecbur. Doğru gözlem ve doğru kıyaslama yapmak, doğru teşhis etmek ve doğru tedavi uygulamak zorundalar. Bir de konservatuarlardaki müzik bölümleri. Çalgıları doğru çalmak zorunda oradakiler de. Ezberci sistemde gözlem yapma yetisi kalmıyor; fakat kıyaslamalı eğitimlerde gözlem yapmamak için bir engel ortadan kalkıyor. Ezberci sistemde öğrenciye sadece istenilen verildiği için, kıyaslama gibi bir durum söz konusu olmuyor ve bu durumda da öğrenciyi suçlamanın anlamı kalmıyor; donanım vermedikçe bir şey bekleyemeyiz. Toparlarsak, hiçbir değişiklik yok ama sistem değiştiği takdirde o zaman konuşuruz; çünkü öğrenciler gerektiğinde bilgi toplamaya çalışırken bile zorlanıyor. Neden? Bilmiyorlar nasıl yapacaklarını. Umuyorum ki günün birinde sizler bunu değiştirirsiniz, artık o zaman konuşmaya başlarız.

Şuana kadar yetiştirdiğiniz en başarılı öğrenciniz kimdi?

O çok değişken, kimisi bırakıyor çok iyi olmasına rağmen kimisi kendini toparlıyor sonradan. Fakat unutamadığım öğrencilerimden biri Eskişehir’den, Bahadır Tosun. Çok güzel filmler yapıyordu ve okula asistan oldu. Dedi ki; “ Ben hem bir tarafta oturup film yapayım hem de öğrencilerle ilgileneyim.” Çok iyi oldu bu; çünkü çok iyi film yapar. Öğrenciler için muhteşem bir şey; fakat okul idaresi dedi ki, “Ben çalışanımın kendi özel işleriyle uğraşmasını istemiyorum.” Bahadır çok kırıldı. Ben de her şeye rağmen Bahadır’a “ Sen gir, filmlerini de yaparsın” dedim. Ama çok ilkeleri olan bir çocuktu, kabul etmedi; sonra İsveç’e gitti zaten. Biz de sanırım hem iyi bir öğretim üyesini hem de çok güzel işleri burada yapacak olan birini kaybettik; ama şimdi İsveç’te yapıyor. Durum bu.

Şu ana kadar yaptığınız en başarılı, en çok pozitif yorum alan, en ses getiren işiniz hangisiydi?

İlk olarak Fransa’da, okulda yaptığımız işler epey bir ses getirdi. Türkiye’de de ilgiyle karşılandı. Profesyonel olarak Sezen Aksu’nun, Kalaşnikof adlı tamamı animasyon olan klibi çok beğenildi. İki yıl durmadan müzik kanallarında oynadı. Yurtdışındakilerde de öyle. Onun dışında Renault’a 10’ar saniyelik 30 tane meteoroloji öncesinde kullanılan jenerik yaptık. Onlar da üç yıl kadar aralıksız oynadı. Büyük kitleye hitap eden bir işti bu, diğerleri sanatseverlere hitap ediyordu daha çok.

Şu ana kadar yaptığınız çoğu işte, okul da dahil olmak üzere eşinizle çalıştınız. Bu durumun avantajı ve dezavantajı var mı?

Evet, baştan beri beraber çalışıyoruz. Avantajı şu: Senin yanlışını görebiliyor. Sonuçta senin baktığın gibi bakan, yıllardır tanıyan bir çift aynı göz. Oradan da ortak bir noktaya gidilebiliyor. Dezavantaj ise belki herkes başka bir yolu tutturmak istediğinde olabiliyor; ama ona da dezavantaj olarak bakmıyorum açıkçası.

Ülkemizde sanata ve sanatçıya verilen değer konusunda değişim var mı ya da varsa ne düşünüyorsunuz?

Değişim şurdan kaynaklanıyor: Eskiden mesela resim sanatında akademi hocaları ressamdı; başka kişiler de vardı elbet ama nasıl geçineceğini düşündüğünden resim yapmaya cesaret edemiyordu. Bir de bu kadar galeri yoktu o zaman. Olanlar da belediye galerisiydi İstiklal Caddesi’nde. Eski bir bina, ahşap merdivenleri vardı, çökmek üzereydi. Sanat piyasası yoktu. Şimdi ise birçok galeri var, sanat paraya dönüşebiliyor; dolayısıyla da silik bir şekilde kalmış olan sanatçılar da kendini gösterebiliyor. Halkın önüne çıktı sanat daha çok, halk daha çok tanıdı. Çok kapalı bir ülkeydik sanat konusunda, sadece kopya ediyorduk. Ama şimdi dışa açıldık, herkes yurtdışına gidiyor, sergilere gidiyor, katılıyor. O bakımdan bunu sanatın, sanatçının değer kazanması açısından gerekli unsurlar olarak görüyorum ve bunlar bugün var. Bence devlet, değer vermiyor sanatçıya; verseydi eğer sanatçıyı desteklerdi ve bunun bir kazanç olduğunun farkına varırdı. Ama varmıyor, belki bunda sanatçının da suçu olabilir. Devlet desteği var ama sadece maddi destek olmak yeterli değil. Onun yerine müzelere, eski yapıtlara restorasyon projeleri yapılsa çok daha büyük bir destek olurdu benim için.

Son olarak ülkemizde sanat alanında bir şeyler yapmak isteyen genç, yetenekli öğrencilere vermek isteyeceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Gençlere tavsiyem, sanatla ilgiliyse bu bir tutku meselesi. Zaten öyle birini durduramazsın. O kişi kendini bir şekilde ifade eder. Onun dışında madem ki eğitim sisteminde bir hata, bir negatif unsur var biz kendi kendimizi yetiştirmek durumundayız. Birkaç ilkesi vardır bu işin reklamcılıkta olduğu gibi; bu ilkeleri izleyip çok çok gözlem yapıp hiç kimseyi yok saymadan, ön yargıları bir tarafa bırakıp mümkün olduğu kadar ilerlemeliyiz. Çünkü Türkiye’de arkadaşlarının işlerine bile bakmıyor öğrenciler ki; biz akademide hep birbirimizin atölyesine gider, birbirimizi yetiştirirdik neredeyse. Bir de dünyaya da bakmıyorlar. Çünkü asıl çözüm orada, biz kendimiz çözmeye çalışıyoruz. Okulda bir konu veriliyor, yapın deniyor ya da dış piyasada müşteri ” Şunu şunu yap bana ” diyor; çözmek lazım bunu. Kitleye, fikirden bir şey kaybetmeden çok hızlı çözümler bulmak gerekiyor. Bir sürü var ama bakılmıyor. İlla kopya edilmesi gerekmez, bir ilke çıkarabilirsin. Bir de bizim gençlerimiz bence kafalarını serbest bıraksınlar, hiçbir şeyi düşünmeden istedikleri gibi yapsınlar. Daha özgün bir sonuca varırlar. Çünkü kafadaki özgürlük bir bakıma eli de yönetir!

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.