Ana sayfa GÜNDEM Bir Yeşilin Etrafında

Bir Yeşilin Etrafında

0

Dilara EKŞİ, NMD

Çay kiminin sabah kahvaltısında olmazsa olmazı kiminin de soğuk havalarda en lezzetli ısıtıcısı. Çaysız simiti düşünemeyenler, akşam eve yorgun gelip çay içmeden uyuyamayanlar, o buruk tadın keyfine varmadan sohbete başlamayanlar çoktur bu topraklarda. Kiminin zevki kiminin vazgeçilmezi olan bu yeşil, bir bölge için öyle değerlidir ki, her şey bu yeşilin etrafında şekillenir.

Yüzyıllar önce keşfedilen çay, türlü yolları aşıp Anadolu topraklarına gelmiş, geldiği gibi kömür üstünde tüt- en kahvenin yerini almıştı. Sonraki yıllarda nasıl demlenip içileceği konuşulurken milli içecek haline gelmiş, adını kahveden alan kahvehanenin bile vazgeçilmezi olmuştu. Üzerine efsaneler yazılan, ülkelerarası rekabete dönüşen bu değerli yeşilin anavatanı Çin olarak kabul edilir. Efsaneye göre Çin İmparatoru Shen Noong, bahçesinde oturduğu bir gün, kaynattığı suyun içerisine bir yaprağın düşmesiyle çayın farkına vardı. Çayı çok beğenen imparator daha sonra bu sıcak içeceğin yayılmasını sağladı.

Çayın Avrupa yolculuğu

Hollanda’nın Doğu Kumpanyası sayes- inde Avrupa’yla tanışan çay, Avrupa ve Asya arasında kıyasıya bir rekabete dönüştü. Avru- pa için adını bile Çin’den alan “çay” uğruna casus yollanacak kadar önemliydi. Çayın bulunuşundan itibaren hep yeşil çayı tercih eden Çin, siyah çayı benimseyememiş hatta onu sadece Avrupa’ya satmak için üretmişti. Avrupa bu bitkiye o kadar yabancıydı ki, siyah ve yeşil çayın ayrı bitkilerden elde edildiğini sanıyordu. Siyah çayın tarifini bulmak isteyen İngiltere bu küçük toz içecek için casuslarını bile yollamıştı. Daha sonra çay yetiştiriciliğini öğrenen İngiltere’nin günlük rutinlerinden olan beş çayı bile oldu.

Çayın Osmanlı topraklarına geliş macerası ise İngiltere’den önce oldu. Ticaret yolları üzerinden geldiği tahmin edilen çay bazı gümrük kayıtlarında ve Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde “kahveden faydalı” anlamında kullanılmaktaydı. Osmanlı’da çok rağbet görmeseyen; ancak 2. Abdülhamid zamanında bazı girişimlerde bulunulan çay, 1878 yılında Japonya’dan Osmanlı’ya getirildi. İklimi uygun olmayan Bursa’da ilk tohumları ekilen çayın, Anadolu macerası kısa sürdü. Türkiye’de ise çayın hikayesi çok başka. Şimdilerde bu kadar nazlı olmasının sebebi de zamanında bir bölgenin yeniden yapılanmasını sağlayan bu bitkinin halk tarafından uzunca bir süre kabul edilmeyişinden olsa gerek. Türkiye yeni bir döneme girmiş, yapılandırmalarla kalkınmaya çalışıyordu. O sırada kuzey doğusunda bir bölge vardı. O bölgenin uzun yamaçlarında ne hayvancılık ne de yağmurlu ve soğuk ikliminde tarım yapılıyordu. Halkı ne yapacağını bilmediği için gurbete gidi- yordu. Haneler eksik kalıyor, yaşam ise iki ülke arasında geçip gidiyordu.

Yeşilin hikayesi ise, o zamanlar Halkalı Ziraat Mektebi Müderrisi olan Ali Rıza Erten’in 1921 yılında Batum’u ziyaret etmesiyle başladı. Erten, bu ziyaret sırasında Karadeniz’in sınırı olan Batum’da limongillerin ve çayın yetiştirildiğini gördü. Ülkesine döner dönmez o zamanlar köşe yazarlarından biri olduğu Yeni Ziraat Gazetesi’nde Rize’de çay yetiştirilebileceğini anlatmaya başladı.

Şemsiye sapında 130 kilometre

Aslında o dönemlerde Karadeniz halkının bir kısmı iş gücünü Batum’da bulduğu ve yaşamlarının bir bölümünü orada geçirdiği için çayın kendisini de imalatını da biliyordu. Hatta 94 yaşında olan Osman Hacıeyüpoğlu’nun babası da ilk çayı ekenlerden. Hacıeyüpoğlu için “çayda doğmuş” desek abartmış olmayız. Onun için çay sadece ekonomik gelir elde ettiği bir bitki değil, çaylığın içi ona bir yuva, çay yaprakları ise onun ilk oyuncakları olmuş. Şimdi de çok değerli bu küçük bitkisine hiç laf söyletmeyen Osman Eyüpoğlu, çay deyince başlıyor anlatmaya: “Önce çay Rusya’dan geldi. Türkiye’de yoktu. Rusya’da çalışan Rizeli açıkgöz memurlar orada çayı görünce, ‘bu nedir’ diye sormuş. Orada yaşayanlar da ‘fındık gibi yetişiyor sonra içiyorsun’ demişler. Bizim Karadeniz milleti bunu duyunca o tohumu orada bırakır mı? Hemen getirmişler. O zamanlar suç sayılıyor tabii bu. Onlar da şemsiyelerinin saplarını açıp boruya doldurmuşlar tohumları. Geldikleri gibi fındıklığa atmışlar sonra ağaç olup gitmiş.”

Önce çay Rusya’dan geldi. Türkiye’de yoktu. Rusya’da çalışan Rizeli açıkgöz memurlar orada çayı görünce, ‘bu nedir’ diye sormuş.

Diğer taraftan da gerçekten çayın öne- mini görüp bunu Karadeniz Bölgesi’ne kazandırmak için çalışan bir ekip işlerini yapmaya devam etti. 1923 yılında bu anlatılan çayı araştırmak için o zamanın Ziraat Umumi Müfettişi, daha sonra “Çayın Babası” olarak anılacak olan Zihni Derin Karadeniz’i ziyaret etti. Ziyareti sırasında bir şemsiyenin sapında türlü zorluklarla 130 kilometre gitmiş olan çayın Karadeniz’de büyüyebildiğini gördü. Derin, Rize Fen memuru İbrahim Bey’i Batum’a gönderdi. Tohumlarla geri dönen İbrahim Bey’den sonra bu sefer kendisi gider. Derin, Rize’ye tohumlar ve bu tohumların yetiştiriciliğini yapması için bir Rus bahçıvanla döndü. Çay ekimi yapıldı ve bu fidanlıktan elde edilen yarım milyon çay halka dağıtılırdı; ama iste- nilen geri dönüş alınamazdı. Çay dağıtılmış, ekim yapılmış; fakat halka küçük tohumların geleceği hakkında bilgi verilmemişti.

“Herkes en güzel bahçesini ayırdı”

Daha sonra çalışmalar başladı. Tek tek halka çay anlatıldı, geleceğinden söz edildi. Dönemi yaşayan Osman Amca, o günlerini anlatıyor: “Babam gurbetçiydi benim, burada yapacak iş de yiyecek aş da yoktu. Ne zaman ki eksperler geldi, anlattılar uzun uzun nasıl çay yetişeceğini, o çayın nasıl para kazandıracağını o zaman inandık onlara. Öyle bir anlattılar ki herkes en güzel bahçesini ayırdı çaya. Hak etti mi hak etti, düzen getirdi memlekete.”

O kadar yeşil tonun içinde çay yeşili düzen getirmişti bu bölge insanına, bu sebeple- dir ki; onların tüm düzenleri o bodurun etrafında şekillenmişti. Düğünler çay toplama döneminde olmuş, çocuklar çayla büyümüş, dedikodular çaylık aralarında, en büyük aşklarsa en yüksek çaylıklarda başlamıştı. Mezarlarını bile çaylıklarından kesip yapmışlardı bu bölgede.

Çayın kalitesi ise toplanışındaki iki buçuk yaprakta saklıdır. Yöre halkı iki buçuk yaprak çay toplamak için detaylıca çalışır. Her sürümün zamanı çok önemlidir ki, eğer geç yapılırsa çayın kalitesi bozulur, erken olursa da az ürün çıkar. Bu kadar narin olunca tabii yöre halkı da ona göre davranır. İlk başlarda teker teker tüm yaprakları elleriyle toplarlar. Tüm dünya genelinde olduğu gibi. Sonra kim olduğu hala bilinmeyen; fakat Karadenizli olduğu tahmin edilen biri torbalı çay makasını icat etti. Günlük elle 20-25 kilo çay toplayabilen halk, makasla günlük 150 kilo üzerinde çay toplamaya başladı. Makasla daha kolay ve hızlı toplanan çay her sürümde köklerine kadar kesildiği için zarar gördü. Durum böyle olunca eskiden sürümlere adını veren iki buçuk yaprak çay gitmiş yerine dalıyla birlikte “ne gelirse” olmuştu. Günümüzde de pratik olduğu için çay hala makasla toplanır. Çay önce makasla veya elle toplanırdı, sonra “tigina” denen sepetlere konurdu. O sepetlerle Karadenizli kadınların sırtında dere tepe demeden gün boyu taşınıp, kuru bir yere serilen örtü veya muşambaya yerleştirilirdi. Toplandıktan sonra hemen alım yerine götürülmesi gereken çayın bekletildiği takdirde kalitesi düşerdi. Şimdilerde neredeyse her köyde bulunan çay alım yerlerine eskiden bu kadar rahat ulaşılamazdı.

Karadeniz’de aileler çay toplayarak nesiller yetiştirmiş, çocuklarını okutmuş ve bölgenin eğitim seviyesi yükselmişti; fakat aradan geçen yıllar sonunda her yeni nesilde çay ekilen alanlar bir kez daha bölünmüş ve hane başına daha küçük hektar düşmeye başlamıştı. Eğitim almış nesiller çay toplayarak mutlu olmaz, merkezde yaşamak istierdi. Peki, bunca yıl Karadeniz’i kalkındırmış ‘değerli yeşile’ kim bakacaktı?

Çay artık rahatlıkla bulunabildiği için ilk zamanlar verilen teşvikler bitirilmiş, kim ne kadar hasat ettiyse o kadar kazanmaya başlamıştı. Üstüne kontenjan sınırlaması konulmuş, aileler daha az kazanmaya başlamıştı. Artık hane halkı sadece yeşilden kazandığıyla geçinemiyor, yan işler bulması gerekiyordu. Zaman geçiyor, yeni nesil çayı beğenmiyor, eski nesil de yaşlanıyordu.

Çayı toplama görevi ilk önce çaylığı olmayan ve paraya ihtiyacı olan yerli halka düştü. Karadeniz bölgesinde yaşayan ve ek gelire ihtiyaç duyan aileler, çaylık sahibiyle anlaşarak çayları toplar ve satar, daha sonra her sürümden elde ettiği gelirin yarısını çaylık sahibine verirdi. Bu sebepledir ki bu şekilde çalışan gruba “yarıcı” denir. Çayın diğer kazananları ise Gürcistan üzerinden gelen mevsimlik işçiler. Aslında çayı ilk onlardan öğrenmiştik. Çarlık Rusya’sı döneminde çayla oldukça uğraşan bu kesim daha sonra ülkenin dağılmasıyla çayı unutmuş ve çay yerine başka bitkilere yönelmişti. Bu yüzden eskiden beri çayı bilen Gürcüler, Karadeniz’de çaya yönelik bir yapılanma görünce hemen bu bölgeye gelmişlerdir. 1989 yılında Gürcistan ve Türkiye arasındaki Sarp Sınır Kapısı açıldı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kalanlar Karadeniz’e gelmeye başladı. Uzun süre tek başlarına çaylıklardan gelir elde eden yarıcılar, Gürcü işçilerin gelmesiyle ekmeklerinden oldu.

Çaylar Şirketten

Çayın bakımı, sürümü derken işi bitmi- yordu. Toplanan çayların bir yerde işlenmesi gerekiyordu. Asıl zor olan kısım da bin bir güçlükle toplanıp yetiştirilen çayın fabrikalar olmadan bir değerinin olmamasıydı. Yıl boyunca bölge halkının alın teriyle çalıştığı, gece gündüz demeden topladıkları çayın fiyatını ÇAYKUR belirliyordu. İlk başta bir fabrikayla başlayan çay üretimi her geçen yıl artmış ve farklı kurumlar altında gelişmişti. 1983 yılında ise çay alımı ve üretiminin devlet tekelinde yürütülmesi için bir kurum oluşturulmasına karar verilmiş ve ÇAYKUR kurulmuştu. 1984 yılına kadar devlet tekelinde olan çay, özel sektöre izin verilmesiyle farklı şirketlerin de odak noktası oldu ve Karadeniz’in hem iş gücü imkanı hem de ticaret hacmi arttı. Fakat bu plansız gelişme birçok ailenin en büyük sorunu haline gelecekti.

ÇAYKUR’un belirli bir kotasının olması ve kontenjan sınırlamasının gelmesiyle üreticiler özel fabrikalara çay satmaya başladı. Fakat birçok fabrika aldığı çayları işleyememiş ve batmıştı. Kimi fabrika üreticinin parasını eşya veya kuru çay ile ödüyorken kimiyse ekonomik sıkıntıları neden göstererek hiçbir ödeme yapmıyordu. O dönem fabrikalar yüzünden çok zarar görenlerden biri de İrfan Kuyumcu’ydu: “Geçmişte çok zor zamanlar geçirdik. Burada Şişmanoğlu fabrikası vardı. Bir buçuk sene boyunca çaylarımızı aldı ama ‘battım’ diyerek paramızı veremedi. Altınkaya’da da aynı şey oldu. Daha birçok fabrika canımızı çok yaktı.”

Belki de o kadar eziyetten sonra hem çalışanların topladıkları çayı hak etmediği paraya satmasına hem de çaydan en çok karı fabrikaların kazanmasına en güzel açıklamayı Osman Hacıeyüpoğlu yapıyor “Fabrikadan alıyorsun, demlikte güzelce kaynatıyorsun. Ondan sonra senin elini bağlıyorlar, benim de ayağımı. Oh içerim böyle.”

Çay zorlu yolculuklardan geçmiş, kendini kanıtlamıştı. Küçük ailelerin elinde büyümüş bir bölgeyi kurtarmıştı. Dalından ayrıldığı anda insan insan gezip herkese bir anı bıraktı. Uzun uzun işlendi, güzelce paketlen- di. İşi tam bitti artık derken suda kaynatıldı, sıcak sohbetlerin en yakın dostu oldu. Çayın Karadeniz’e gelişinden başlayarak evlerimize girene kadar ki yolculuğundan bahsettik. Yolculuğu boyunca bir bölgeyi nasıl etkilediğini birçok insanın yaşayış tarzını nasıl değiştirdiğini anlattık. Karadeniz için bazı sıkıntıları olsa da değerli yeşil hala vazgeçilmez konumda. Şu zamana kadar alınmayan önlemler, üreticinin çaya karşı yeterince özenli davranmaması, gelecekte değerli yeşil için ciddi bir tehlike arz ediyor. Bu durum karşısında çay hala ocağın üstünde kaynarken geleceği için derin derin düşünüyor.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.