Ana sayfa KÜLTÜR & SANAT Bir Hikaye Anlatıcısı: Bora Egemen

Bir Hikaye Anlatıcısı: Bora Egemen

0

Aysel Şahin

Merhaba, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Sinema ve Televizyon Bölümü mezunuyum. On sekiz senedir reklam filmi çekiyorum. Üç yüze yakın reklam filmim var. Bizim mezun olduğumuz dönemde sinema sektörü bu kadar hareketli değildi. Bu kadar çok filmin çekildiği bir dönemden mezun olmadım. Reklam sektörünü de bundan dolayı tercih ettim. Çok daha fazla teknik imkân ve mesleğin zanaat kısmını çok daha detaylı öğrenebileceğiniz bir alan olduğu için reklam yönetmenliği yapmaya başladım. Yaklaşık on seneye yakın da Bahçeşehir Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde ders verdim.

Bora-Egemen

Sinema filmi çekmek hayalleriniz arasında mıydı?

Sinema filmi kariyeri yapmak aklımda yoktu. Herkesin bir kişisel hikâyesi oluyor… Üç yüz reklam filminden, on sene ders verdikten sonra bu sinema filmi de denk geldi. Kıvanç Tatlıtuğ ile on tane reklam filmi çekmiştik, o zamanlardan bir tanışıklığımız var. Fırat Parlak’ın bir öyküsü -şeker de bir öykü- denk geldi, yaptım; ama bir sürü sinema filmi çekeceğim diye bir hayalim yok. Bir tane ders kitabı yapma hedefim var, onu da yaparsam tamamdır.

Hadi Be Oğlum filminin devamı olur mu? Başka bir senaryonun yönetmen koltuğunda izleyici sizi tekrar görebilir mi ?

Türkiye’deki sinema sektörüne baktığımızda “Her sene bir tane de yapayım” diyebileceğiniz bir durum yok. Yapmak isterim ama doğru zamanda, doğru hikâye ve doğru oyuncu olduğu zaman olabilir. Dolayısıyla bu durum “senede şu kadar sinema filmi yaparım” şeklinde cevaplanabilecek bir durum, bir olay değil; çünkü çok emek harcanıyor. Reklamda da bir emek harcanıyor ama sinema filminde başka bir emek var.

Yaklaşık sekiz ay, bir sene arası bir zamanı sinema filmine gömüyorsunuz. Dolayısıyla değecek bir şey olması gerekiyor. İlk film güzel senaryoydu, sonrasında ne gelir bilemiyorum. Planlamak çok da mantıklı değil, süreçlerden geçiyor.

Hadi-Be-Oğlum

Hadi Be Oğlum filminin hazırlık süreci nasıl geçti?

Önce senaryoya ön hazırlık yapıldı. Hava şartlarından ötürü ön hazırlık kısa kaldı bile denilebilir. Havaların iyi olduğu bir dönemde çekilmesi gerekiyordu. Çok yoğun çok detaylı bir süreçten geçti.

Üniversite döneminizde kimlerden ders aldınız?

Üniversitede çok değerli hocalarım oldu: Prof. Dr. Nazlı Bayram, Seçil Büker. Türk Sineması’nı öğrendiğim hocalarımın katkıları büyüktür. Onun dışında Prof. Dr. Haluk Gürgen’den reklam dersleri aldım ve reklam yönetmenliği yaparken bunun büyük katkısını gördüm.

Dijital teknoloji sinema sanatında gelişmeye mi, gerilemeye mi neden olmuştur?

Dijital teknoloji 90’lı yıllarda çok konuştuğumuz bir konuydu. Çok önemli bir tarafı var. Dijital teknoloji daha geniş kitlelerin film çekmesine sebep oldu. 33 mm ile başladık reklam filmi çekmeye. 35 mm hem daha çok  sınıflandırma gerektiren hem de çok daha iyi sonuçlar elde edeceğimiz bir ortam. Buna ek olarak dijital teknoloji hâlâ bizim 35 mm çektiğimiz şeylerin kalitesinde çekemiyor.  Bu sebeple, Hollywood’da büyük projelerde 35 mm kullanılıyor. Kalite olarak kıyaslamam; fakat bugün film yapmak isteyen herkesin önünde çok büyük bir teknoloji var. Eskiden belli bir elit kitlenin ve belli bir paraya sahip olan insanların yapabileceği bir şey iken şu anda daha kolay ulaşılabilir oldu. Bu da çok daha fazla insanın teknolojiye ulaşıp bağımsız yapımları daha kolay gerçekleştirmesine sebep oldu. Birileri amatör olup daha az parayla derdini anlatabileceği bir şeyler yapabiliyor; ama bir yandan da risk faktörü azaldığı için ortalık görüntü yönetmeni, kameraman gibi insanlarla doluyor. Az önce bahsettiğim gibi hiç kimsenin sıfırdan başlayarak edindikleri bir pozisyon olmuyor.

Batı’daki “Süper Kahraman” imgesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Süper kahraman” kültürü Batı’da çok eski. 20. yüzyılın başından itibaren başladı. Onların süper kahraman edebiyatları ve çizgi film roman dünyaları var. O kültürün süper kahraman meselesi sanayi toplumunun bir parçası… Çok sosyolojik tarafa girmek istemem ama onların Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan bakış açısı, bir adamın bütün dünyayı kurtarabilmesi fikri Batı’ya ait bir fikirdir. Çok uzun olan bu süreç, 19. Yüzyıldaki Batı edebiyatından başlayıp, sonra 20. Yüzyılda daha popüler kültüre dönen bir süreçtir. Aslında toplum olarak, tek adamın her şeyi kurtarabileceği bir bakış açısı bizi sosyolojik olarak çekmiyor, bize daha çok toplumların bir arada toplanarak bir şeyler üretmesi çekici geliyor. 19. Yüzyılda Frankenstein ile başlayıp romana dönen şey sonrasında sinema perdesinde canlandı. Kendi öykülerimizin peşinde olmak demek budur. Bu toprağın kendi öyküleri var ve bu öykülerin de sosyolojik gelişmeleri var. Bu sosyolojik gelişmelerin de bugünkü karşılıkları çok önemlidir.

Peki, neden dizlerde genel olarak aynı temalar işleniyor?

Ticari sebeplerden dolayı ister istemez televizyon kanalları “Ne gidiyor?” diye bakıyorlar. “İzleyici neyi seviyor, neler daha çok seviliyor?” gibi konulara bakılarak bir yapım süreci başlatılıyor. Başka konuları yazabilecek bir sürü yazar, çekebilecek bir sürü iyi yönetmen var; fakat o ticari halkayı satabilecek şeyler ekrana geliyor. Tabii bu dizilerin aralarında çok iyiler var. Neredeyse imkânsız bir şekilde haftada 100-150 sayfa belki daha fazla çekim gerçekleştiriliyor. Ama ben Türkiye’deki dizi sektörüne güveniyorum ve zaman geçtikçe çalışma şartlarının düzeleceği, daha motive verici işlerin ortaya çıkacağına eminim. Türk dizi sektörü şu anda kariyer olarak çok iyi bir konumda bana kalırsa.

Günümüz Türk Sineması’nın dünya sinema sektöründe ticari olarak ne oranda yer aldığını düşünüyorsunuz?

Ortada Hollywood gibi korkunç bir pazar var. Çok büyük paranın döndüğü bir alan; bununla birlikte her gün gelişmekte olan bir Türk Sineması var ve genel rakamlara bakıldığı zaman yapımcıların projelere harcadıkları rakamlar da yükseliyor. İşin bir bağımsız sinema kısmı var ve bir de çok önemli kişisel filmleri olan yönetmenlerimiz var. Türkiye’de uluslararası işler yapılıyor. Türk ticari sineması gelişme aşamasında, yani burada çok önemli filmler var. Belli rakamda yirmi milyon liradan bu parayı gişede döndürebilen yapımcılar var. Arif v 216 bunlardan bir tanesi… Yirmi milyon lira gibi bir para filme harcanıyor ki; bu ticari riski yapımcı açısından yüksek bir durum. Bunun gişe olarak dönmesinde filmin içinde teknolojinin ve dekorun kullanılması gibi nedenler çok önemli… Bunlar artarak devam edecektir. Ayrıca, Türk Sineması şu anda ticari koşulları oluşturuyor. Çok daha iyi filmlerin çıkacağına eminim. 

Dünya sinemasından işlerinin beğendiğiniz yönetmenler kimlerdir?

İlk başta Alfred Hitchcock’un filmleri; çünkü o keşfeden bir yönetmen. Film dilinin anlatma biçimlerini sessiz sinemadan başlayarak keşfeden; ticari filmlerle beraber bugünkü dili şekillendiren bir yönetmen. Hâlâ iki haftada bir izlemeye çalışıyorum.

Son olarak, yönetmen adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir?

Dünyanın hiçbir yerinde sıfırdan yönetmen olunmuyor. Sinema Bölümü mezunu olmak, iyi bir sinema eğitimi almak ve bireysel gayretiniz önemli bir araçtır yönetmen olmanızda. Okumakla yönetmen olunmaz; ama genellikle yönetmenler okuyanlardan çıkmıştır. Yönetmenliğin aslında bir öykü anlatıcılığı ve bu toprağın öykülerinin neler olduğunu, nasıl olacağını bilip daimi kafa yormak gerek. Hiçbir yönetmen adayı çay getirmeden yönetmen olmamıştır, dünyanın her yerinde de aynıdır; fakat yeni nesil yönetmenler doğrudan bir “title” istiyorlar. En alttan çalışarak, gerekirse çay kahve getirip götürerek, kablo taşıyarak o atmosferi yaşamalılar. O deneyimi artırarak öğrenmeleri gerekiyor. Böylelikle ilerde iyi bir yönetmen olarak sektörde iyi yer edinebilirler. Aynı zamanda bir şeyler çekiyor olmaları gerekiyor.  Bu işlerle ilgilenirken de prodüksiyonun içinde olarak işi öğrenmeye devam etmeliler.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.