Haluk Çobanoğlu

Ona Ergun ağabey mi yoksa Ergun bey mi demeliyim bir türlü bilemediğim günlerin üzerinden tam yirmi beş yıl geçmiş. İlk tanışmamızdan ve fotoğrafa dair kişisel hayallerimden söz etmem üzerine önce kendi hayal kırıklıklarından bahsedip beni vazgeçirmeye çalışması, sonra “Ne halin varsa gör” deyişi hala kulağımdadır. Bu konuşmamızın ardından veda edip ayrılırken birden geri dönüp benim inatçılığıma hak verircesine “haklısın belki de bu işler ancak bu kafayla yapılıyor” deyip hızla kaybolup gitmesi de hala gözümün önündedir. Zaman içinde önce yurt dışına taşınmamın ardından memlekete kararsız geri dönüşlerimde ilişkimiz, kesintisiz sürdü. Yıllardır onun çalıştığı GAMMA Haber Ajansı için ürettiği işlerin bir kısmında ona yardımcı olurken dostluğumuz daha da ilerlemişti.
Ergun Çağatay iyi bir öğrenim görmüş, entelektüel düşünce yapısıyla insanı etkileyen ama diğer yandan nevi şahsına münhasır ve zor bir kişilikti. Buna karşın kendi bilgi ve tecrübesiyle karşısındakini yok saymak ya da insanlara tepeden bakmanın onun kitabında yeri yoktu. O her zaman dinlemeyi ve karşısındakinden de öğrenmeyi iyi bilirdi. Karşılaştığı herkes onun için önemliydi. Onunla oturup zaman geçirdikten sonra kendinizi herhangi bir konuda bilgilenmiş olarak hissetmeniz gayet olağan bir durumdu.
Ergun Çağatay’ın en büyük özelliklerinden birisi de kendi tarihi şahitliklerini, mesleki geçmişini, yaşadığı ilginç olayları satır aralarında birkaç cümle ile anlatabilme becerisiydi. Örneklemek gerekirse; fotojurnalizmin tarihinde konuya bakışı ve çarpıcı anlatımıyla, bir dönüm noktası sayılan Gilles Peress’in daha sonraları “Telex Iran” adıyla yayınlanacak kitabını oluşturan serinin fotoğraf filmlerini İran dışına kaçırması gibi. Eğer o bu “işe” el atmamış olsaydı, belki de bir sonraki günün büyük bir belirsizlikle yaşandığı, iktidar kavgasının henüz çözülemediği, sokaklarda rastgele idamların süregeldiği dönemin İran’ında yabancı bir fotoğrafçının fotoğraflarına el konulması sıradan bir olay olarak kalabilirdi. Ya da Paris’teki GAMMA ajansı günlerinden kalan hatıra fotoğraflarına bakarken, mesela Sebastiao Salgado ile o günlerdeki ev arkadaşlıklarından iki cümleyle söz etmesi gibi. Bugün Orta Doğu coğrafyasının kuvvetler dengesini oluşturan 1967’deki bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında cereyan eden ve “Altı Gün Savaşı” olarak bilinen savaşta foto muhabiri olarak çalışması gibi. Münih’te 1982 yılında yapılan olimpiyatlarda, İsrailli sporcuların kaldığı lojmanların basılarak, bazı sporcuların öldürülmesi ile başlayan olaylar zincirinin başında -şimdi ayrıntılarını maalesef ki unuttuğum bir biçimde- çektiği fotoğrafları hızla Paris’teki ajanslara ulaştırmaya çalışırken filmlerin yolda kaybolması türünden anılarını adeta satır aralarında yaşamaya mahkum etmişti.

Ergun Çağatay basın tarihimizde bir “stringer” olarak çalışan ilklerden biridir. O bu anlamdaki çabalarıyla, haber ajanslarıyla, yayın kuruluşları ile bağlantılar kurup, özel konular bazında çalışan ve ülkemizin sayısı parmakla gösterilecek kadar az olan “öncü” uluslararası foto muhabirleri kuşağındandı. Bu bağlamda verilecek sadece bir örnek bile onun bu karakterini anlatmak için yeterli olabilir. Bir satır arasında duyduğu küçük bir haberin peşinden giderek, o haberin sonuçlarını efsanevi LIFE dergisinin kapağına taşıması, onun bu müthiş takipçiliğinin bir ürünüdür. Bir arkadaş sohbetinden yola çıkarak A.B.D’de içinde bir Türk doktoru, Münci Kalayoğlu’nun da bulunduğu bir ekibin, 1982 yılında üstesinden geldiği karaciğer nakli ameliyatını konu alan foto-röportajı gerçekleştirip LIFE dergisinde yayınlatabilme başarısını göstermişti. Bu foto-röportaj zamanın özellikle organ nakilleri konusunda hiçbir taviz vermeye yanaşmayan sağlık sigorta sistemini sorgulamayı getiren bir olaylar dizisini başlatmıştı. Onun ipin ucunu bırakmayıp sonuna kadar götürdüğü bu habercilik örneği, bir mecra olarak da kanımca en doğru yerde yayınlanmıştır. Ergun Çağatay’ın bu önemli foto-röportajı, yıllarca ses getiren haberciliğini esas olarak foto röportajlara dayandıran ve “concerned photographer” tanımı ile “sadece kayıt düşen değil yaşananlara itirazları da olan fotoğrafçı” kavramını fotojurnalizmin terminolojisine katan LIFE dergisi okulunun son elle tutulur örneklerinden biri olarak hatırlanmaktadır.
Şimdi tüm bunları dile getirirken, en çok hayıflandığım şeylerden birisi de, Ergun Çağatay ile bir sözlü tarih çalışmasının yapılamamış olması, dolayısıyla elimizde onun çalışmalarına ait detayların olduğu yazılı bir kaynağın kalmamasıdır. Tüm bu anılar ve deneyim, berrak bir zihinle bizlere adeta veda eden Ergun Çağatay ile birlikte, ne yazık ki başka bir diyara göçmüştür.
Roman kahramanı türünden bir hayat hikayesine sahip olan Ergun Çağatay’ın kendi anıları konusunda fazla detaya girmemesinin nedeni belki de sürekli geleceğe bakan ve adeta kendi kişisel geçmişini “unutmaya” çalışan pragmatik bir kafa yapısına sahip olmasıdır. İşinin akışına ve memlekete dair şikayetleri çoktu, pek çoğunda da haklıydı. Ancak diğer yandan kendi projelerini yapmak ve yaymak konusu belki de Ergun Çağatay’ın en çok şans bulduğu alanlardı. Bu tamamen onun kişisel başarısıydı. İlginçtir hem şikâyet ediyor, hem de üstesinden gelmeyi biliyordu. Özellikle “Türkçe Konuşanlar” adlı belgesel temelli çalışmasının -olabildiğince yaygınlığı- onu içten içe çok mutlu ederdi. Zamanlama olarak SSCB’nin dağılma sürecine de denk gelen, Orta Asya Türki cumhuriyetlerinde gerçekleştirilen bu kallavi iş, çok istediği halde kendi ülkesinde basılamamıştı. Onun bu eseri layıkıyla ancak bir Avrupa ülkesinin kraliyet fonlarının katkısıyla, kendi ülkesi dışında gerçekleştirilebilmişti. Diğer yandan memleket sathında işlerinin yeterince bilinmemesini fazla dert etmez, bu durumu “müslüman mahallesinde salyangoz satmaya” benzetir, bununla kısmen teselli bulurdu.
LIFE dergisine de çalışmaya başladığı, meslek hayatının zirvesinde olduğu bir dönemde,1983 yılında Paris Orly havaalanında sivillere yönelik bir terör saldırısında ağır yaralanması, biraz da tesadüfi bir şekilde yaşama bağlandığı olaylar zinciri onun yaşamında ilmek ilmek ördüğü her şeyi yerle bir etmişti. Bir keresinde onunla bu konuda konuşmaya çalıştığımızı ve onun sakince bu eylemi yapanlardan “sinirli” çocuklardı diye söz etmesini hep hatırlarım. Yıllar boyu tanıdığım Ergun Çağatay’ın başta bu konu olmak üzere dünya meselelerine dair konularda hiçbir ırkçı ve ayrımcı bir söylemine şahit olmamışımdır. Günümüzde pek yaygın olarak görülen, ülkelerin temel dertlerini neredeyse tümüyle göçmenlerin varlığına, etnik problemlere bağlayan bir zihniyetin yaygınlığı düşünülünce, bu bakış açısının ne kadar değerli olduğunu bir kez anlıyoruz. Ayrıca cumhuriyetin ilk kuşağının eğitimini almış olan Ergun Çağatay ölümüne dek gördüğü, duyduğu yanlışlara sosyal hayatta ve bulabildiği tüm mecralarda itiraz hakkını elden bırakmamış, gemisini yürüten kaptandır anlayışına asla itibar etmemişti.
Sanırım artık bunu söyleyebilecek yaştayım. Fotoğrafçıların yaş aldıklarında zihinlerinde bir türlü halledemedikleri birinci meselenin “beden ile ruh” arasındaki çelişkiyi çözememeleri olduğunu düşünüyorum. Ruhun bedenle eş zamanlı olarak yaşlanmaması, yapılacak işlerin ve sürekli projelerinin varlığı; onların kişisel yaşamlarındaki en önemli çelişkisini oluşturmaktadır. Sanırım Ergun Çağatay’da bu ruh halini yaşatanlar konusunda verilebileceğimiz en somut, en başta gelen örneklerden biriydi. Adeta bizlerle konuşa konuşa yaşama veda ettiği süreçte, yarım kalan işlerini tamamlama arzusuyla çok riskli bir ameliyatı göze alabilmişti. Şimdi bu yazının yayınlandığı tarihlerde Almanya’da iki büyük sergisi açılıyor. Bir an keşke onların açılışına katılabilse ve emeğinin karşılığını bir kez daha görebilseydi diye düşünüyorum.
Ancak gerçekçi olmak gerekirse o asla kararsız durumlarda kalmayı kabul edebilecek bir karakter değildi. Oraya kalbi ve bedeni sağlam ve dik bir şekilde gitmek istiyordu. Bu noktada da seçimini yapmış, her zaman yaptığı gibi risklere meydan okumuş ve deyim yerindeyse son zarını atmıştı. Bunu yaparken de bir kez daha kendi kuşağının muharip fotoğrafçılarının, yaşamlarında bir motto haline getirdikleri “yiğit ayakta ölür” sözüne sadık kalmıştı.
Elbette ki Ergun Çağatay için söylenip, yazılabilecekler bu kısa yazıya sığmaz, onun hayat hikayesinin ancak küçük bir özeti olarak kalabilir. Söylenecek çok söz, muhakkak ki onu tanıyanların anlatacağı birçok anı daha var. Şimdi ayrılıp gidenin ardından sessizliğimizi koruduğumuz bir dönem ve itiraf edeyim ki duygularımız karmakarışık. Susmak ve konuşmak arasında salınıp duruyoruz. Fikir birliği içinde olduğumuz şey, onun Kaf Dağı’nın arkasına yürümek konusundaki kararlığıydı. Mitolojik olarak Kaf Dağı’nın görünen ve görünmeyen dünyalar arasında bir sınır olduğuna ve Zümrüd-ü Anka ya da diğer bir deyişle Simurg kuşunun burada yaşadığına inanılır. Yaşamım boyunca zaman zaman onu aramaktan söz edenlere, yazıp çizenlere rast gelmişimdir. Ancak Ergun Çağatay, bu cesareti gösterip yola çıkmış ve menzile varmak isteyen nadir insanlardan biriydi.
İnanıyorum ki bu yolculuğu hala sürüyor…