Uzman Dr. Murat ÇÖPÇÜ, ANİM
Türkan Şoray, Ayhan Işık, Yılmaz Güney gibi ünlü isimleri tuvaline tüm canlılıklarıyla aktaran Türk Sineması’nın gerçek emektarlarından usta film afişi ressamı İbrahim Enez, mesleğinin inceliklerini ve meslek yaşamındaki anılarını SİYAD Emek Ödülü ile onurlandırılmasının hemen öncesinde bizimle paylaştı.
Merhaba, öncelikle kendinizi ve resme nasıl başladığınız anlatır mısınız?
5 Ağustos 1933’te Trabzon’da doğdum. Dört yaşında iken ailemin Samsun’a göçüyle oraya yerleştik. Samsun Ticaret Lisesi’nde okurken, o dönemlerde resim hocam çok iyi resim yaptığımı söylüyordu. Okuldaki resim derslerinde canlı modeller kullanılıyordu. Hocamız ayrıca talebelerden bir iki tanesini her derste farklı masaların üzerine oturtur, biz de diğer öğrencilerle onların kara kalem portrelerini çalışırdık. O dönemlerde hocamın bende bir ışık gördüğünü ve defalarca “evlat sen bu işi bırakma, devamlı çalış” dediğini hatırlıyorum. Hocamla çalıştığım iki senenin sonunda resim yapmayı sevmeye başladım. İki senenin ardından kendisinin İzmir’e tayini çıktı ve ben de yalnız başıma resim yapmayı sürdürdüm.
“O zamanlar acemilik dönemlerimdi ve boyalarımızı kendimiz yapıyorduk. Şöyle ki, tutkalı kaynatıp toz boyayı içine katıyorduk; bunu yağmur yağdığında boya akmasın diye yapardık.”
Sinema sektörüne nasıl dahil oldunuz?
Cahide Sonku ve Suavi Tedü’nün oynadığı filmlerin reklamları ile diğer filmlerin reklamları benim çok ilgimi çekmişti ve bu ilginin benim sinemaya yönelmemde çok büyük etkisi oldu. O yaz İnci Sineması bana bir film afişi yapmamı teklif etti ve ben de kabul ettim. O zamanlar acemilik dönemlerimdi ve boyalarımızı kendimiz yapıyorduk. Şöyle ki, tutkalı kaynatıp toz boyayı içine katıyorduk; bunu yağmur yağdığında boya akmasın diye yapardık.
Bu şartlarda başladım çalışmaya ve daha sonra birkaç sinemayla daha anlaşarak çalışmalarımı sürdürdüm. Askerlikten terhis olduktan sonra tekrar Samsun’a döndüm. “Büyük Sinema” diye bir müessesede büyük fener afişleri tasarlamaya başladım. Bunlar ‘Tak’ diye tabir ettiğimiz insanların altından geçtikleri büyük ölçekli afişlerdi. Aynı sene içerisinde İstanbul için afişler tasarladım. Nihayetinde 1961 yılında İstanbul’a geldim.
İstanbul’da tasarladığınız ilk orijinal poster hangi film içindi?
İstanbul’da tasarladığım ilk orijinal poster “Acı Zeytin” isimli film içindi. Başrolde Nurettin Çamlıdağ oynuyordu; afişte kendisini atın üzerinde resmetmiştim. Üzülerek belirtmem gerekirse ne orijinali, ne de herhangi bir yerde kopyasını bulamadım. Arşivimde olmasını çok isterdim. Ardından üzerinde çalıştığım Ayhan Işık ve Türkan Şoray’ın başrollerini paylaştığı “Sevimli Haydut”, devamında tasarladığım Eşref Kolçak’ın “Dağlar Bulutlu Efem” afişi ile İstanbul sinema piyasasına girmiş oldum. Belirtmem gerekirse Erman Film, Ant Film, Acar Film ve Uğur Film ile çalışmalarım yoğunlaşarak devam etti. O yıllarda Yılmaz Güney’le de çalıştım, onunla çok iyi dost olduk.
Kendisinin yaklaşık on beş filminin afişini yaptım. Güney genellikle beni setlere çağırır, orada filmin hikayesini anlatır, ben de paralel olarak hemen afişin eskizini çizer ve kurgulardım. Kendisinden onay alınca atölyede detaylı bir şekilde üzerinde çalışarak renkli afiş haline getirirdim. Bugüne kadar yaptığım kompozisyonlarda ve çalışmalarımda ne patronlar ne de film sahipleri tarafından refüze edildim, ne çizdiysem kabul ettirdim.
Bu alanda başarılı olmanızda rol oynayan biri var mıydı? Kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Benim belli belirsiz ustam olmadığı için ben kendi kendimi yetiştirdim. Şöyle ki, Samsun’da sinemalarda çalıştığım dönemde Amerikan filmlerinin afişleri gelirdi, ben de onların etkisinde kalırdım. Örneğin bu afişlerin renk bilgimi geliştirmemde çok etkileri olmuştur. O dönemde afiş tasarımı çok yorucu bir işti. Normal boyutlardaki afiş tasarımını masa başında yapabiliyorduk. Sonradan “fener afişi” denilen bir kavramla karşılaştık. Yere koskocaman bir bez seriyor, kağıtları birbirlerine ekliyordum; hazırlanan boyalardan sonra resmi çiziyordum. Ayakta, eğilerek ve çömelerek çalışmak zorundaydık, bu yüzden çok yorucuydu. Tabii ki rahatsızlık veriyordu ama hiçbir zaman yılmadım, sabahlara kadar çalıştığım oldu. Her sene sekiz-on defa sabahladığım zamanlar oldu. Eğer verdiğiniz sözü yerine getiremezseniz, sinema piyasasında asla barınamazsınız. O yüzden, bahsettiğim dönemlerde verilen işi mutlaka zamanında bitirip teslim etmek mecburiyetindeydik.
Dijital teknoloji çalışma sektörünüze ne gibi değişiklikler getirdi? Bu durumdan memnun musunuz?
Film afişleri bilgisayarlarda tasarlanıyor, fakat pek sevdiğimi söyleyemem. Neden ise ben fırçanın esiriyim; renkleri, afişleri seviyorum… Daha doğrusu insanları ve artistleri seviyorum.
“Çizimlerime gözlerden başlıyordum, gözler ruhun aynasıdır derler ya… Sanatçıyı da benzetmek, gözlerden başlıyor.”
Model çizimlerinde dikkat ettiğiniz unsurlar nelerdir?
Tecrübelerimden elde ettiğimden yola çıkarak, erkek sanatçılarla çalışmak daha kolay diyebilirim. Bir karakter taşıyan yüz hatlarını çizmek benim stilime daha yakın. Ama kadınlarla çalışmak o kadar kolay değil. Makyajlı oldukları için onları benzetmek beni biraz zorluyordu. En çok zorlandığım sanatçılar arasında Hülya Koçyiğit ile Gülşen Bubikoğlu var. Filiz Akın ve Türkan Şoray’ı daha rahat çalışabiliyordum. Çizimlerime gözlerden başlıyordum, gözler ruhun aynasıdır derler ya… Sanatçıyı da benzetmek, gözlerden başlıyor. Keşke gençlerimiz resim sanatını sevip bu alana yönelseler diyorum. Bilgisayarla yapılan çalışmalar “sanatçıyı öldürüyor” diyemem; öldürdü bile!
Yağlı boyaya ağırlık vermenizin sebebi nedir?
Ben kaybolan afişlerimden dolayı düşündüm ve kendimi Türk Sineması’na vakfetmek adına, yok olma ya da kaybolma riskine karşı bütün arşivimdeki afişleri yağlıboyaya dönüştürmeye başladım. Bugün yağlı boya tarzıyla çalışıyorum. Toplam 150 tane afiş ile Türker İnanoğlu’na yaptığım 15 adetin üstünde afişle yaklaşık olarak 20 adet portre beni müzelerde ebedileştirecek. Sayın Süleyman Saim Tekcan Hocamızın teşvikiyle de yaptığım 25 adet yabancı afiş ve 10 tane ödül almış yerli film afişi onun müzesinde barındırılıyor. Bu müzeler yaşadıkça ben de yaşamış olacağım.
“Bugün 85 yaşındayım ve içim hala çalışma azmiyle dolu.”
Sinema dışında gerçekleştirdiğiniz projeleriniz nelerdir?
Bugün 85 yaşındayım ve içim hala çalışma azmiyle dolu. Sinema dışında yeni projelerle uğraşıyorum, mesela kendi portrem dışında Van Gogh’un
ve Tolstoy’un portrelerini yaptım. Birde Amerikan Sineması’nın “On Emir”, “Sodom ve Gomorrah”, “Carmen”, “Samson ve Dalilah” filmlerinin afişlerini ve “Balkanlardan Göç” diye bir tablo yaptım. Son saydığım tablo beni çok etkiledi çünkü 1914 yılını anımsatıyor. Bu çalışmamda tuvalime Balkanlardan göçün sefilliğini yansıttım. Diğer bir çalışmamda Türk Sineması’nın çok sevilen 4’lü yoncası diye tabir edilen Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın ve Hülya Koçyiğit’i bir hamamda tuvale resmettim. Enteresan bir tablo oldu.

Çalışmalarınızdan elde ettiğiniz başarılarınız nelerdir?
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin 50. yılında ödül aldım. TÜYAP’ta
bir sergim açıldı. 50 tane afişim sergilendi. Beyoğlu Belediyesi’nin Türk Sineması’nın 100. yılı dolayısıyla açtığı sergide afişlerim sergilendi; hayatımda en acı çektiğim sergiydi. Çünkü sergiye beni davet etmediler. Komitenin başındaki hanıma kendim “İbrahim Enez’i tanıyor musunuz?” diye sordum. “Tanımaz olur muyum! Aşağıda sergisi var.” dedi. Ben de kendilerine “siz bir düğün yapmışsınız damat meydanda yok. Benim için çok acı bir sergi” dedim. Özür diledi ama “özür dilemeyle olmuyor, bu bir sanatçının en büyük hayalidir” dedim. Çok daha sonra İzmir Aliağa’da bir sergim oldu. Davetliler arasında sanatçılardan Ediz Hun, Türkan Şoray ve Filiz Akın da vardı. Oradaki sergiyi hiçbir zaman hafızamdan silemiyorum. Çok güzel bir sergi oldu.

İşlerini beğenip ilham aldığınız isimler kimlerdir?
Beni çok etkileyen, ilham aldığım ve hayran olduğum ressamlar Firuz Aşkın, Kemal Borteçin, Remzi Türemen, Sururi Taylan ve Bedri Koraman’dır. Bunlar bizim hayatımıza yön veren ve unutulmayacak ressamlardır. Orijinal afiş yapmamda onların etkileri olmuştur.
Sanatınızı icra ederken hiç bir yanlış anlaşılmayla karşılaştınız?
Fener afişi yaptığım dönemlerde 18 yaşındaydım. Samsun Sinema Park’ta “Cehenneme Yürüyüş” isminde bir film için “Tak” yaptım. Tasarımda “Tak”ın üzerinde çıplak bir kadını boylu boyuna yatıyor olarak kullandım. O afiş başıma bela oldu ve yirmi dört saat sonra indirildi. Ertesi gün beni mahkemeye çağırdılar. O gece sabaha kadar uyuyamayarak, tir tir titredim. Ertesi gün hakim karşısına çıktım. Hakim bana bir bağırdı; “Burası Türkistan mı, Gavüristan mı, sen nasıl böyle resim yapıyorsun? Bu müstehcen bir resim.” Ben de hakim beye bu resmin müstehcen olmadığını, kadının görünen bir yeri olmadığını ve müstehcen olsaydı zaten yapmayacağımı söyledim. Kadının bacakları havaya kalkık vaziyetteydi ama üzerine örttüğüm bir tül vardı. “Onun için bu resim müstehcen değil. İsterseniz güzel sanatlardan bilirkişi tayin edin” dedim. “Kim güzel sanatlardan bilirkişi tayin edecek?” diye çıkıştı. Samsun’dan bilirkişiler tayin ettiler. Onların da iki tanesi müstehcen değil derken, bir tanesi müstehcen dedi. Öylece bizim mahkeme kapandı. Bu, başımın derde girdiği en büyük olaydı. Hatta hakime “Biz afişleri yaparken üç-beş tane numune baskı alıp denetlemeye yolluyoruz, denetlemeden onay aldıktan sonra üç bin-beş bin olarak çoğaltıyoruz” dedim. İşte böyle bir dönem yaşadık. Bugün daha iyi anlıyorum ki iyi bir dönem değildi.